İstanbul 6 Şubesi

Şekerci;Temmuz Ebabilleri...

TEMMUZ EBABİLLERİ

Bir taziye akşamıydı. Üzerinden bir kaç gün ancak geçmişti. Ömrünü milletin çocuklarına ve gençlerine adamış, üzerimde emeği olan- akrabam kadar değer verdiğim- bir yakınımın cenaze evindeydik. Vakitler akşam 22:00’ı gösteriyordu. Bir mesajla irkildim. Boğaziçi Köprüsü tanklarla kapatıldı diyordu. Ne olduğunu anlamaya çalıştık hep birlikte. Kimimiz “terör saldırısı” ihbarı vardır diyor, kimimiz acaba bu bir tatbikat mı diyordu?. Lakin içimi kemiren bir şeyler vardı. Biraz tedirgin biraz da teenniyle eşi dostu aramaya, ne olduğunu anlamaya çalıştım bir süre. Bu durum normal değildi ve olup bitenler ne tatbikat ne de terör saldırısı önlemine benziyordu. İçimden bir ses “Her şey güzel olacak!” diyerek birkaç gün önce rahat tavırlarıyla konuşup duran öğretmenin(!) söylediklerinin başlangıcı mı? diyordu!.. Doğruca aracıma yöneldim ve radyo kanallarını yoklamaya başladım. Bir radyo kanalından olan bitenin darbe girişimi olabileceği, cumhurbaşkanı ve hükümetten bir açıklama beklendiği anons ediliyordu.

Aracımdan indiğimde-darbe girişimi atlatıldığında durum değerlendirmesi yaptığımız -orada bulunan arkadaşların ifadesiyle yüzümden okunuyormuş durumun vehameti!.. Artık yapmam gerekeni biliyordum. Eşi dostu aramam gerekiyordu. Önce Ankara’dan birkaç dostu aradım. Olayın normal olmadığını, neler olup bittiğini öğrenmeye çalıştım. Bir taraftan whatsapp gruplarına diğer taraftan sosyal medya hesaplarıma baktım. Hiç bir şey normal değildi ve sanki darbe oluyordu. Bir de TV kanallarına göz atalım dedik o sıra. TRT 1’in mavi ceketli, sarı saçlı, titrek sesli bayan sunucusunun dilinden “el koyduk!” sözcükleri boşaldı. Yaşı müsait olanlar bu sözü en son 1980 12 Eylül’ünde duymuştu bir paşadan.. Gözlerim dolmuştu; Yine mi? diyordum içimden haykırarak!.. Tekrar whatsapp gruplarıma baktım. Bir arkadaş “bu iş bitti!” diye yazıyordu. O an “Hayır biz bitti demeden hiçbir şey bitmez!” yazı vermişim.

Artık milletin konuşması gerekiyordu. 61,82 darbeleri, 28 Şubat Post modern darbesi gibi bir darbeyi daha hazmedemezdik. Sokağa çıkmalı ve devletin asıl sahibi millet olma sıfatıyla "Dur!” demeliydik. Bir taraftan yazıyor, bir taraftan koşar adım yürüyordum- cenaze sahibi dostumu da yanıma alarak- meydana doğru.. Uçaklar uçuyordu, kulakları sağır eden seslerle korku salıyordu yeryüzüne.. Bir taraftan telefonda titreyen sesiyle, “Bomba atıyorlar baba!” diyerek korkusunu gizleyemeyen oğlumu teskin etmeye çalışor diğer taraftan “ölmek var dönmek yok!” diye not düşüyordum sosyal medya hesabımdan. “Madem ölüm tek bir defa gelecek o da neden Allah için olmasın!” dizeleri ve Reis’in “Öleceksek adam gibi ölelim!” sözü döküldü dilimden. Boğaziçi köprüsüne gitmeliydik. Tanklara dur demeli. “milletin silahını millete doğrultmayın demeliydik.” Ve nasibi olanlar öyle yaptı. Ebabil kuşları misali küçücük bedeniyle üzerine yürüdü milletin “Reis” dediği cumhurbaşkanından ismini almış Tayyib çocuk. Korkusuzca ve babasının ardından.. Sonra şehadet haberleri… Evlerdeki tüm ışıklar yanmaya, uyuyanlar uyanmaya başladı. Zira bir ses yükseliyordu korkuyu yenmiş bir edayla; “Ben milletten daha büyük bir güç tanımıyorum, milletimizi meydanlara davet ediyorum!” diyordu. Artık hiç birimiz yerimizde duramazdık. Bu ses öncekilere benzemiyordu. Şapkasını alıp giden, askeri vesayete ve darbelere sessiz kalan liderlere benzemiyordu. O yüzden olmalı ki “akademik unvan neye yarar milletin sesi kesildikten sonra!” dercesine Saraçhane’ye koşarak Büyükşehir Belediyesini işgal eden FETÖ’cü cuntacılara meydan okuyordu İlhan Varank!. Tekbir sesleriyle tanka ve silaha kafa tutuyordu Erkan Pala,şehadeti duasından eksiltmeyen Halil Kantarcı, komutanının emriyle ölümü pahasına haine geçit vermeyen Ömer Halis Demir ve daha bir çok yiğit!..

Sokaklar kurşun vızıltılarıyla, tekbir sesleri ile inlerken, camilerden tanıdık bir ses yükseliyordu. Bir zamanlar “ezanları susturulan” bu milletin imdadına, “darbeleri susturacak salalar" yankılanıyordu minarelerden.. Sabaha kadar sürecek bir direnişin ve milletçe bir dirilişin ayak sesleri başlamıştı artık. Tankların ve silahların karşısına çıkarak bu millet, hain kalkışmaya; “canımı almadan asla!” diyordu. Savaş uçaklarının, tankların, yeşil elbiseli zavallıların, bu direniş karşısında susmaları uzun sürmedi. Tek tek yeşil elbiseler çıkmaya karanlık yüzler görülmeye başladı. 16 Temmuz sabahı 249 şehit yüzlerce gazi ile 15 Temmuz’un karanlık yüzü yenilmişti. Bu milletin ortak kelimesi tekbir nidaları bu zaferin silahı, yürekler mermisi olmuştu. İstanbul’da, Ankara’da Malatya’da, Muğla’da halkın “öz yurdunda paryalık olmaz!” sözü, nakış nakış işlendi 249 şehidin kanıyla..“Bugün bir şehit kazandık Allah yolunda/Kan verildi yeryüzünün damarlarına!..” dizeleri hayat buluyordu ülkemin coğrafyasında..

15 Temmuz, iki yaşındaki çocuğuyla helalleşerek giden babanın, evladıyla tankın karşısında duran 70 yaşındaki ninenin, “Beni vurmak istiyorsan üzerindeki elbiseyi çıkart!” diyen korkusuz annenin, bir başına tanka meydan okuyan ablanın, aylardır iş arayan saçı sakalı karışmış delikanlının, 29 yaşında henüz anne olmuş bir kadının, hasılı; Anadolu’nun öz evlatlarının gayreti ve kimilerinin de şehadetiyle başarıya ulaşan, milletin, liderine ve geleceğine sahip çıkarak ölüme meydan okuduğu bir inanç savunması, “Fil Ashabı” nı yerle yeksan eden ebabil kuşlarını hatırlatırcasına tankların üzerine yürüyen Temmuz Ebabilleri’nin zaferidir..

                                                                                  İdris ŞEKERCİ

                                                    Eğitim Bir Sen İstanbul 6 No’lu Şube Başkanı